Bu Blogda Ara

Cumartesi, Ekim 5

Ekonomik Savaş - 1


"Ticaretin doğal etkisi barış getirmesidir."
-Montesquieu 

Dehşet dengesi terimi (Balance of Terror - Equilibre de la Terreur) soğuk savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki nükleer silah yarışının sonucu olarak ortaya çıkan ve dünyayı yok edecek bir nükleer savaşın ortaya çıkması korkusu  ile zoraki olarak oluşan hassas barış dengesini anlatmak için kullanılır.
Soğuk savaş sırasında, silahlanma yarışında belirli bir noktadan sonra her iki tarafın da atom bombasını elde etmeleriyle birlikte, artık çatışmanın önündeki engel tarafların karşısındakinin gerçek gücünün belirsizliğinden korkmaları değil, ellerindeki silahları kullanarak savaşı kazansalar bile nükleer gücün yıkıcı etkisinin büyüklüğünden dolayı dünyanın geri kalanının da yok olacağını anlamalarıdır.
Yüksek yıkım gücü taşıyan silahların geniş çaplı ve karşılıklı kullanımı sonucunda hem saldıranın hem de savununanın yok olması durumu, MAD dengesi (Mutually assured destruction - karşılıklı kesin yok etme) olarak adlandırılır.

Perşembe, Ocak 10

Soru Sormak

Eğitim hayatımın başından beri öğretmenler benden öğrendiklerimi sınav sırasında göstermemi bekledi.

Sınavlar, ders esnasında öğrendiklerimi daha sonra ders dışında gözden geçirmekle yükümlü olduğum konuları, diğer kaynaklardan edindiğim bilgilerle belirli bir metot izleyerek tekrar yazdığım, konusu öğretmen tarafından belirlenen, değerlendirmesi yine öğretmen tarafından yapılan, "sözde" elle tutulabilir başarıyı ölçme amaçlı, ancak sadece sınav anında yapılanları değerlendirip sınav öncesi yapılan çalışmanın değerlendirilmeye çoğu zaman katılmadığı yazılı egzersizlerdir.

Bir insanın yaşamını ortalama 80 yıl olarak kabul ederseniz eğitim hayatınızın uzunluğunu da ortalama 18 yıl olarak alırsanız hayatınızın neredeyse bir çeyreğini okul sıralarında, konuların sonlarına geldikçe başkalarının sizi değerlendirmeye alacağı yazılı, sözlü veya test sınavlarına hazırlanarak geçirdiğimizi söylemek pek de hata olmaz.

Eğitim hayatınız boyunca size sorulan sorular, yolda ilerlediğiniz sürece bariz bir şekilde ve belirli bir kalıp izleyerek değişecektir. Önce en basit, sadece etrafınızdakileri gözlemlemeniz gereken sorulardan zamanla daha karmaşık olanları anlama ve yorumlama üzerine, sonra etrafınızda olmayan daha soyut olayları anlamanız gerekenden, onları yorumlamanız gereken sorulara, eğer bu kadar ilerlemeyi sağ salim başarabildiyseniz de tamamen soyut kavramları anlamak, yorumlamak ardından da bu soyut kavramları sentezleyip belki de onları yeni durumlara uyarlamak ile ilgili sorular sorulacak. Ne kadar güzel, ne kadar iyi öğreniyoruz bu bilgileri, eğitim hayatımızda ne kadar başatılıyız; ilerideki başarı potansiyelimiz, hayatımız geleceğimiz hep bu sorulara verdiğimiz cevapların öğretmenler tarafından  değerlendirilmesiyle şekilleniyor.

Eğitim hayatınızda size sorulan soruları belli bir noktaya kadar sadece algılayarak cevaplamanız bir noktadan sonra üzerine düşünerek en sonunda belki yaratarak cevaplamak sizin bilgi donanımızın boyutu ve onları sentezleme kabiliyetinizin ölçütü olarak kabul ediliyor.

Bu noktaya kadar başarılı bir şekilde geldiniz, sizin geçtiğiniz yollardan daha önce geçen ve çerçevesi bilimsel sınırlarla çizilmiş özel bir konu üzerine yıllarını harcayan öğretmeninizin değrlendirmesi doğru ya da yanlış, bir ölçüde kaderinizi belirliyor. Bu belirleyici ve yön verici hakkın kaynağı da o konu üzerinde harcanmış emek. Her konunun istisnası olduğu gibi bu saydıklarımın da istisnaları olabileceğini biliyor ve istisnaları görmezden gelerek devam ediyorum.

Değerlendirme yetkisi butün eğitim hayatımız boyuca öğretmenlerdeyken, sürekli düşünmek zorunda olan bizler, neden eğitim hayatımız boyunca soruları sorma yetkisine sahip olamıyoruz? Hayatı boyunca soru sormamış bir kimsenin öğrenmeye çalıştığı konuları ne kadar iyi anladığı ne kadar özümsediği ya da içselleştirdiği nasıl öçülebilir? Sadece sorulan sorulara doğru ve istenilen biçimde cevap vermeyi öğrendiğimiz sürece alşıtığımız soruların dışına nasıl çıkabiliriz? Bu alıştığımız soruların dışında tamamen rastlantısal şekilde karşımıza çıkacak problemleri aşarken ne ölçüde yetkin olduğumuz söylenebilir? 

Kimileri zaten bir noktadan sonra soru sorulduğunu savunabilir ve buna örnek olarak yüksek lisans tezlerini, bilimsel çalışma ve makaleleri gösterebilir. Zaten sorun, soru sormamıza iznin hiç verilmemesi değil çok geç verilmesi. Türkiye'de sayısız üniversite mezunu arasından kaç tanesi üzerinde çalıştığı konular hakkında soru sorma gerekliliği duyuyor ya da akademik kariyer yapıp farklı sorular sorma isteği duyuyor bilmiyorum. Belki çok, belki az. Ama asıl kendimce bildiğim bir nokta var ki soru sorma hakkı bize çok geç tanındığından dolayı, hangi alanda olursa olsun (sınavlar ve ya gerçek hayat) bize sorulan soruları cavaplamada bu denli zorluk çekiyoruz, bu nedenle yolumuzda ilerledikçe, sorular zorlaştıkça, konuları anlamak güçleştikçe sorulan soruları cevaplamakta güçlük çekiyoruz. 

Sorulan soruları yanıtlama odaklı bir değerlendirme yerine sorduğumuz soruların ve ona verdiğimiz cevapların kalitesine göre değerlendiriliyor olmak istemez miydiniz?

Soru sorma hakkı bize daha önce tanınmış olsaydı bu yazıyı okumuyor olacaktınız. Çünkü bilgisayarımın başına oturduğumda aklımda, zaten daha önceleri defalarca kez yaptığım gibi, kendime sorduğum sorulardan bir tanesini seçerek kendimce cevaplamaya çalışacaktım. Kaçımız oturup değerlendirilmeyeceğini bile bile ödev hazırladı? Değerlendirilmeyeceğini bile bile soru sorma zahmetine katlandı?

Perşembe, Ocak 3

Güzellik Kavramı Üzerine

İnsanların doğru bilgiye ulaşma yolunda atmaları gereken en doğru adım, şüphesiz ki yalnızca bilmediği şeyler üzerine değil, doğru bildiğini sandığı şeyler üzerine de düşünmesidir. Buna en somut örnek olarak küçüklükten beri bize aile, eğitimciler ve medya tarafından dayatılmış din, ırk gibi sözümona bazı değerlerin kimi insanlar tarafından üzerine düşünülerek geçersiz kılınması gösterilebilir. Dindar bir aileden yetişen bir çocuk, gençliğinde bu konu üzerine kitaplar okuyup kafa patlatarak ateist bir birey olup çıkabilir ya da tem tersi bir durum söz konusu olabilir. Bunlar, insanın değerlerini sorgulama derecesi ile ilgilidir.

Güzellik algısı ise bunlardan daha üstte bir değerdir. "Güzellik gören gözdedir." veya "Güzelliğin on par' etmez, şu bendeki aşk olmasa." gibi sözlerden de bunu anlamaktayız, değil mi? Bir kişiyi güzel olarak algılamamız o kişiye duyduğumuz aşka bağlıdır. Bu durumda güzellik kavramını bize dayatılan din, ırk gibi değerlerle bir tutmamız doğru olmaz, zira güzellik algımız kalbimizden gelen, dayatmalardan çok daha yüce bir şeylerin sonucunda ortaya çıkan bir olgudur. Bir insana aşık olup olmadığımızı altı saniyede anlayabiliyor olduğumuz gerçeği de buna delalettir.